bugün

entry'ler (964)

hanuka

"ne olur bu bayram yollar kan gölüne dönmesin" şeklinde bir temennide bulunduğum bayram.

george bush a ayakkabı atan cesur ıraklı

ikinci ayakkabısının buşu aşıp arkadaki amarikan bayrağının dibine gelmesi ve bayrağı titretmesi, ıraklı abimin tabiriyle "köpek"in yüzüne gelemeyen birinci terliğin öcünü sembolik de olsa almış gibi.

united artists

karşılaşabileceğiniz en karizmatik "intro"ya sahip film şirketidir. bahsettiğim tabi 50 60 sene öncesi, şimdilerde başka bir intro kullanıyorlar.

http://www.youtube.com/watch?v=dcexeCmE_2Y

the ladykillers

insanı insanlığından şüphe etmeye sürükleyen nefis komedi.

--spoiler--
şimdi düşünüyorum "ben bu filmde en çok nereye güldüm?" diye, verdiğim cevaptan utanıyorum. abicim filmin hemen başlarında tipik soygun filmlerinde olan o "ekibi tanıtma sahnesi"nde bombacı eleman reklam filmi setinde köpeğe gaz maskesi taktığı için o hayvanceğiz debelene debelene boğularak can veriyordu. düşünüyorum düşünüyorum ben en çok buna güldüm, nası bi canavarım ben diye içim içimi yedi. sonra tekrar izledim tekrar güldüm geçti. valla bak.
--spoiler--

walter sobchak

walter sobchak karakterinin ilham kaynağı olan john milius'un şu fotoğrafı tüm gerçekleri yansıtıyor kanımca.

http://www.austin360.com/...ovies/John-Milius-Web.jpg

double indemnity

(#4296253)

eski insanları küçümsemek

'eskiden yaşamış insanları sırf eski çağlarda yaşadıkları için küçümsemek'* çoğumuz üzerinde etkileri derinden hissedilen bir klişedir. bu durumun tam tersi ('eskiden yaşamış insanları sırf eski çağlarda yaşadıkları için büyütmek') de hayatımızın (belki de daha büyük) bir parçası olsa da, üzerinde pek tartışma bulunmayan versiyonu küçümsemek olduğu için bu satırları yazma gereği hissettim. "nedir peki yarrağam eski insanları küçümsemek?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. anlatayım:
efendim bu aslında çok geniş sahalara yayılmış bir düşünce. anamızın-babamızın yahut kendimizin eski bir fotoğrafına baktığımızda geçtiğimiz makaradan tutun, eski filmlerle taşşak geçmeye ve tarihi olayları bugünün bakış açısıyla yorumlayarak "modern medeniyetimizi" yine kendi modernliğimize yakışan şekilde daha da üstün kılmamıza kadar yayabiliriz bunu. üzerinde pek de tartışılmadan kabul edilegelmiş "insan zihninin zaman geçtikçe daha iyi/olgun/güçlü olduğuna dair" psikolojik yanılsama da, gelecekte her şeyin daha net olmasa bile daha iyi olacağına dair toplumsal yanılsama da aynı düşünce üzerinden kurgulanıyor.
şimdi tüm bu söylediklerim teknolojik gelişmeler vesaire ile üstü örtülecek konular gibi duruyor değil mi? umuyorum entrinin sonuna doğru bu his ortadan kalkacak.
yaklaşık beş sene öncesine kadar hayatımda izlediğim en eski film stanley kubrick'in 1968 tarihli 2001 filmi idi. ve filmi izlememe yol açan entelektüel baskının yarattığı önüne geçilemez "beklenti duygusu" bir yana, bu filmi asıl beğenme sebebim kesinlikle "ulan o çağda adamlar ne film çekmiş peh peh peh" duygusuydu. çünkü ben doğduğum yıllarda* çekilmiş o kötü dublajlı, soluk renkli filmlere "çok eski" gözüyle bakan birisiydim. 1975'te çekilen bir türk filmindeki yapmacıklık duygusuyla 1972 yapımı godfather'da karşılaşmayışım ve üzerine 68 yapımı bir filmdeki teknik kullanımını beğenişim benim gözümde "eski film" kavramını 1950 ve öncesinde çekilmiş filmler olarak belirlemişti.
neyse efendim yıllar içinde 60ların ve 70lerin filmlerinin "eskiliği" benim gözümde kırılınca; artık film izlerken "yeni filmmiş lan 1995 yapımı" der hale gelmiştim. lakin yakın bir zamana kadar 50lerin 40ların filmleri hala fi tarihi gibi görünüyordu gözüme.
derken özel bir film türünün* meraklısı olunca ve bu türün de başyapıtlarının 1940larda verildiğini öğrenince ister istemez "eski film" izlemek zorunda kaldım. ama tek bir filme kadar tüm izlediklerimde içindeki "piuu çok eski lan bu" önyargısını korudum. derken 1944 yapımı double indemnity geldi ve sinemaya da eskiliğe de olan bakışımı değiştiriverdi. o bakış zaten o kadar yavşakça kurulmuş ki bir film izleyince yerle yeksan oldu. artık bu filmde ne vardı da tüm "eskilik" algımı yıkmıştı? neden artık 40lar ve 50liler benim için bugün kadar yeniyken 30lar ve 20ler çok eski geliyordu? bunu yıkmak için fritz lang'ın metropolis'ini tekrar ama farklı bir gözle yeniden mi izlemem lazım? inanın bilmiyorum. zaten bu noktada asıl konudan sapmamak adına sinemayla olan bağımızı kesmem lazım.
pek çoğumuzda var olduğunu gözlemlediğim bir düşünce var: "abi biz eskiden yaşasak dünyanın amına koyardık."
bi de şu var mesela: "ulan eski insanlar ne kadar malmış güneşe tapmışlar." hatta süpersonik bir islamcı kalıbıyla "adam o kadar ahmak ki helvadan put yapıp ona tapmış sonra da acıkınca onu yemiş"
bu düşünce kalıplarının hepsinin altında aynı şey var: eskiyi küçümsemek. (şimdi tabi marty mcfly gibi geriye dönseniz gerçekten de fark yaratırsınız ama bahsettiğimiz olay, "geriye dönsem" değil, "o zaman yaşasayımışım" düşüncesi.)
tüm bunların içinde en yaygını ise 'o dönemde nasıl olmuş saçma sapan tanrılara inanmışlar' olsa gerek ki görülmeyen nokta o çağda bunlara inanmaktan daha enteresan olanın bunları yaratmak olduğudur. Sanki güneşe tapmayı reddetmeyen eskinin halkı aptaldı da onlara güneşe tapmalarını öğütleyen adam başka çağdan mı gelmişti? Hele hele bu 'eleştiri'nin en büyük savunucularının dinle alakadar kesimler olması nasıl da bindikleri dalı kestiklerinin farkında olmadıklarını anlatır gibi. zira bugün puta tapanı ahmaklıkla suçlayan kendi inancının kurumsallaşmasıyla pagan inançları arasında birkaç yüz yıl bile olmadığını atlıyordur, neyse konumuz din min değil, bıktım din konuşmaktan.
geldik efendim teknolojinin bizi eski insandan daha akıllı-yetenekli kıldığı yanılsamasına. ama bunu yaparken dikkatli olmak durumundayız zira yazının başında bahsettiğim "eskiyi sırf eski olduğu için övmek" batağına da saplanabiliriz, ki amına koyduğumun postmodern yönelimi bunu daha bir seviyor sanki. yani neymiş eskiyi eski olduğu için üstün görmek de bugün iki aypod dinledik diye kendimizi insanlığın geldiği son nokta olarak görmek de aynı derecede denyo bir hareketmiş.("sana mı sorucaz lan artiz?" diyebilirsiniz, deyin ulan!)
şimdi şunu sormalıyız: dünyanın en büyük icadı nedir? internet mi? elektrik mi? kondom mu? ya da şöyle sorayım en önemli dönüm noktası ne oldu? tarım devrimi mi sanayi devrimi mi? yoksa sizlere şu satırları yazmamı sağlamaktan başka bi sike yaramayan bilişim devrimi mi? sizce de her yeni devrim daha "devirici" olmaktan uzaklaşmıyor mu?

internet

internet sizce de süper bişey değil mi? valla ne yalan söyleyeyim yıllardır günde en az 1-2 saat internette geçiriyorum, yani iskoç bilimadamlarına göre ortalama sayılabilecek bir internet kullanıcısıyım. şu güne, hatta şu dakikalara kadar ne zaman bir "internet hayatımızı çok kolaylaştırdı yahu" geyiği açılsa sinsi bi şekilde "evet evet çok kolaylaştırdı" dememe rağmen içimden hep "siktir lan millete titreşim gönderince işimiz mi kolaylaştı, yutubta avrupa yakasını izledin de daşşakların arşa mı değdi?" derdim.
lakin şu dakika kıvançla idrak ettim ki internet cidden hayat kurtarıyor.
efendim malumunuz kpss pek çok üniversite mezunu gencin(bu da hürriyet insan kaynakları gibi oldu ama neyse) uğraştığı bir nane. bu uğraşta okulda size öğretilmeyen pek çok dersi bilmeniz gerekiyor. ben de bölümümde yalnızca bir dönem aldığım ve bu dönem 8 dönemlik öğrencilik hayatımın ilk dönemine denk geldiği için hiçbir şey öğrenmediğim bir dersi* sıfırdan anlamak durumundayım. iktisat bilen dostlara sordum soruşturdum, gittim en süpersonik kitapları falan topladım. günlerce hırs yaparak amiyane tabirle "mikronun piçi" oldum. lakin gelin görün ki kafamda aydınlatamadığım ve kitaplarda yanıt bulamadığım bazı noktalar oluştu. sonra ben bu noktaların hepsinin ortak bir paydada toplandığını fark ettim: türev.
bizim zamanımızdaki öss'de türev olmadığı için ve lisede de üniversitede de öğrenmediğimiz için türev nedir onu bile bilmiyorum. gel gör ki elimde türev namına tek bir kaynak bile yok. derken aramaya inandım ve internette en ebleh insanların bile türev öğrenebileceği şekilde uygulamalı olarak türev anlatan bir video buldum. şimdi şu satırları yazarken uykusuz, kirli ve aç olabilirim. ama bildiğim tek şey var ki iktisat çözecek kadar türevi bana internet öğretti. hayatımda ilk kez gerçekten interneti sikimsonik bir iş için kullanmadım ve ne gadder önemli icat olduğunu idrak ettim. şimdi o interneti icat eden cern çalışanlarını bulsam tek tek taşaklarından öperim. veya vazgeçtim ulan ne öpücem allahın sörnünün taşağını.

john maynard keynes

geçen fakülteden* hoca arkadaşlarla oturuyoruz, harlı bi geyiğe girdik ama öyle böyle değil. derken rahmetlinin de kulaklarını çınlatıyoruz. böyle sinsi bakışlı kel bi adamcağız var, "keynzien ekonomiks" falan anlatıyo bişeyler. dedim "ekonomiks ov vat?", lavuk bildiğin keyneze "keynz" diyo. böyle idrak dünyam altüst oldu. hadi leonard'a lenırd; stephen'a stivın dediklerini öğrenince de canım sıkılmıştı ama nedense keynez daha bi koydu çünkü; şimdi buna türkiye'de keynz desen adamı tefe koyarlar o kurcalıyor aklımı.

(bkz: düşük cümle kurmaktan alınan sapıkça haz)

icli tava

türkiye genelinde hamsili pilav olarak bilinen mükemmel yemeğin orijinal adıdır. isimlendirmedeki bu fark esasında bir karadenizli ile "türkiyeli"nin bu yemeğe bakış açısını, paradigmasını (öeeh) yansıtmaktadır. hamsili pilavda aslolan pilavdır, üstünde hamsi olan pilavdır. oysa içli tavada aslolan "tava" yani hamsidir, pilav sadece dekorasyondur.

hamsili pilav

(bkz: içli tava)

tepetaklak

üç dakikası var bu casablanca-sever zatın. ahaha oturum açar açmaz verirsiniz kpss gazını hemen kaçar derse koşar. (bkz: seviyom len seni)

entry ve nick uyumu

(#3707899)

everybody hates chris

efendim bu müthiş dizinin tek akıl almaz yanı chris rock'un çocukkene şimdikinden(nerreyşın) daha kalın bir sese sahip oluşudur.

lümpen

kapitalizm melezi.

mircea lucescu

üçüncü dünya futbolu varsa, luçesku bunun imparatorudur.

iç anadolu şivesi

batı iç anadolu bölümü, gonya kısmında diğer yerlerde bulunmayan bir özellik daha vardır: "gonya 'ya'sı"
efendim malum konuşurkene çoğumuz "ya" sözcüğünü kullanıyoruz. genelde bir ifadedeki tepki belirten vurgunun altını çizmek için kullanıyoruz. "ne var yaaa!" örneğinde olduğu gibi. yalnız türkiye genelinde kullanılan bu "a'sı uzun ya" gonya'nın gendiğe has "ya"sından farklı. gonya "ya"sında a sesi olabildiğine kısadır ve kullanım olarak da bir tepki amacı gütmez. kullanıldığı özel bir yer de yoktur, her cümlenin içinde kullanılabilir.

yaran diyaloglar

efendim yakın bir zamana kadar kekemelik sorunundan muzdarip şahsım bunu tarihe gömmenin verdiği sevinçle eski fobileriyle yüzleşmektedir. fobilerden bir tanesi de self servis yapılan egzantirik mekanlarda, o yapay klima sıcağı ensemi kaynatırken, arkamda insanlar bekleşirken bir siparişi almaktır. lakin amerikan fest fut olayından hazzetmediğim ve türk fest futu için de karnım tok olduğu için bunu gerçekleştirebilecek yegane mekan hiç alışkın olmadığım starbucks gibi görünmektedir.

+ iyi akşamlar
- buyrun efendim
+ espiresso alacağdım da
- tabii ki... tek çekim mi?
+ yok yok nakit!

(bkz: double espresso)
(bkz: alışmadık götte don durmaz)

in a lonely place

1950'de nicholas ray'in çektiği, 1947 tarihli aynı adlı romandan uyarlanan mükemmel film noir klasiği. humprey bogart'a gloria grahame eşlik ediyor. bogartlı kara film efsaneleri olarak nedense the big sleep ve the maltese falcon gösterilirse de kanımca hak ettiği yeri alamamış çok önemli bir film in a lonely place.

sisman gibi kiz

(bkz: sezen aksu ya sezen diyen hafif sisman gibi kadin)